María Dolores Marroquín-10 Eyl 2023

Üreme emeği, kadınların öznelliğini kontrol etmenin bir yolu olan romantik aşk kurumu üzerinden kurulur. Biz kadınlar aşk için her şeyi yaparız. Bize sevgi dolu olmamız gerektiği fikrini satıyorlar ki bu aslında kendimize bakmazken her zaman başkalarına bakmak anlamına geliyor

Kimlikleri ve bedenleri sınıflandıran bir çoklu tahakküm sistemi var. Bu sistem bizi erkek ya da kadın olarak tanımlar ve heteroseksüelliği “normal” olarak tanımlarken, diğer muhalif bedenleri çoğu zaman adlandırılmaz bile. Bu, beyazın üstün olduğu ırk ve etnik kökene göre bizi kategorize eden sistemle aynıdır. Aynı zamanda bizi zengin ve fakir olarak sınıflara göre de sınıflandırıyor. Bizi jeopolitik temelde sınıflandırarak Kuzey ve Güney, coğrafi olarak da kent ve kır olarak ikiye ayırıyor. Bizi soyadı, kimlik, eksiklik, isim, köken, din gibi bir dizi başka kategoriye göre sınıflandırıyor.

Bu sınıflandırma sisteminde üst kesimin tamamı -zengin, beyaz, kentli ve küresel Kuzeyli- genellikle toplumun, devletlerin ve yasaların işleyiş dinamiklerini kontrol eden üretim araçlarının sahiplerinden oluşur. Yoksullar en altta yer alır: kadınlar, Yerliler, Siyahlar, küresel Güney’den ve kırsal bölgelerden işçiler.

Sistemin bize kategoriler olarak dayattığı şeylerden kimlikler inşa ettik, bu sınıflandırma sisteminin kökenlerine ve bizi bu şekilde adlandırmaktan kimin yararlandığına meydan okuyoruz.

 

 

Bedenlerimiz hakkında konuşmak

Margarita Pisano, “bedenin hayatını oynadığımız bir enstrüman olduğunu” savunuyor. Beden, bize kozmosun geri kalanıyla, doğayla yaşamsal bağlantıyı sağlayan organdır. Kolektif ve kişisel değişimi teşvik etmemizi sağlayan enerjidir.

Yaşamdan aldığımız zevkle, diğer insanlara karşı duyduğumuz şefkatle, çekicilikle, hoşlandığımız ve hoşlanmadığımız şeylerle, gördüklerimizle ilgilidir.

Sahip olduğumuz güzellik kavramının yanı sıra arzu da öğrenilmiştir. Bedenlerimiz için her zaman mükemmelliği arzularız ve bazen mükemmel bir bedene sahip olmadığımız için sevilmeyi hak etmediğimize inanırız.

Zihinlerimizi, hayal gücümüzü ve zevklerimizi sömürgesizleştirmek için bedenlerimizi geri almak önemlidir. Beden, baskının kök saldığı yer olmakla birlikte, aynı zamanda özgürleşmeye ve duygu biçimimizi dönüştürmeye giden yolları bulduğumuz yerdir. Dolayısıyla, medya aracılığıyla ne kadar çok şiddet emdiğimizi; kendi içimiz de dahil olmak üzere ne kadar çok çirkin duygu olduğunu; ne kadar çok otoriterlik, gayrimeşrulaştırma, kıskançlık olduğunu fark etmemiz gerekir. Bizim için kötü olana yeni bir anlam vermek, farklı ilişkiler kurmak için değişim süreçlerine de yol açar.

 

 

Sermaye birikim sürecinde beden

Sömürgeci, kapitalist, ataerkil bir toplumsal kurgu, beden ve emek arasındaki ilişkidir. Beden anatomik-fizyolojik bir birimdir, yani nefes alır, çiğner, dışkılayabilir ve doğurabilir, bu da bize bir yükümlülük olarak verilmiştir. Bedenlerimiz üzerinden sömürülür ve alınıp satılırız.

Emek, bedenin fiziksel kapasitesini sömürür. Kadınlar, özellikle de göçmenler, temizlik ve bakım için kullanılan bedenlerin emri altında yaşarlar. Marksist feministlere göre bu emek, gerçekliği dönüştüren ve tarih boyunca uygarlıkların gelişmesini sağlayan insan faaliyetidir. Bazı feministler üçüncü bir emek olduğunu da ileri sürmektedir: her şeyi düşünmenin ve planlamanın zihinsel yükü. Ev dışında çalışırken bile hep düşünüyoruz, “sabunumuz bitti”, “tuzumuz bitti”… Kadınlar her şeyi planlıyor: “Şu tarafa gitmem lazım ama ondan önce bakkala uğrayacağım, sonra bankaya gideceğim, sonra çocukları alacağım, sonra nereye gideceksem gideceğim.”

Üreme emeği, kadınların öznelliğini kontrol etmenin bir yolu olan romantik aşk kurumu üzerinden kurulur. Biz kadınlar aşk için her şeyi yaparız. Bize sevgi dolu olmamız gerektiği fikrini satıyorlar ki bu aslında kendimize bakmazken her zaman başkalarına bakmak anlamına geliyor. Herkes yedikten sonra yemek yiyoruz, eğer yeterince yemek varsa.

Tüm bu emek bize yükleniyor ve yine de sevildiğimiz zaman minnettar olmalıyız. Küçükken bize “uslu durmalısın, yoksa kimse seni sevmez” derler. Sürekli aldığımız bu mesajlar bize sevginin hak etmekle ilgili bir şey olduğunu söylüyor, çünkü iyi davranıyoruz, bu da sermaye birikimini sürdüren türün yeniden üretilmesi için harcanan tüm bu görünmez, karşılıksız emeğin emrine itaat etmek anlamına geliyor.

Maya feminist tarihçileri, koloninin, sermayenin işlemesine ve birikmesine izin veren mantık olarak serfliği nasıl tesis ettiğinden bahsediyorlar. Sömürgeleştirme tarihsel olarak Yerli ve Siyah insanlara -özellikle de Yerli ve Siyah kadınlara- serflikten kaynaklanan tüm işleri yerine getirme sorumluluğu yüklemiştir.

 

 

Bedenler üzerindeki maddi ve sembolik kontrol kurumları

Kapitalist model, baskının doğal hale getirilmesinden ve belirli beğenilerin dayatılmasıyla arzunun telkin edilmesinden sorumludur. Tüm bunlar o kadar normalleştirildi ki artık sorgulamıyoruz bile. Bu anlamda, insan ticaretini, eleştirel analizimize ya da değişim önerilerimize bağlamadan, genellikle “olan bir şey” olarak görüyoruz. Güzellik endüstrisi ve ilaç endüstrisi, sahip olabileceğimiz ve genellikle bu modelin bir sonucu olan herhangi bir dengesizliği veya bozukluğu patolojikleştirmeye katkıda bulunur. Savaş endüstrisi erkeklik ve tahakküm modeli üzerine inşa edilmiştir.

Beden-emek ilişkisinde, sağlığımız üzerinde yeni teknolojilerin neden olduğu dejeneratif etkiler söz konusudur. Hareketsiz yaşam tarzları bize büyük zarar veriyor. Stres, depresyonlar ve kendini yaralama pratikleri de bu etkilerden biri. Artık kendi adımlarımızı takip edemiyoruz, sürekli üretmek zorundayız. Bir diğer etki de üretim süreçlerinin neden olduğu kirlilik ve bunun sağlığımız üzerindeki etkileri. Birçok yerli topluluk, tarımsal kimyasallarla kirlenmeye, nehirlerine el konulmasına ve iletim kulelerinin kurulmasına karşı topraklarını savunuyor ve direndikleri için maruz kaldıkları şiddete karşı direniyor.

Patolojikleştirme ve şiddet

Cinsel homojenleştirme görevini bozan her şeyi patolojikleştirmek ve kriminalize etmek için dinler ve siyasi anlaşmalar var. Dolayısıyla her türlü cinsellik bir aşırılık, bir günah ya da bastırılması, kontrol edilmesi ya da engellenmesi gereken bir sapma olarak patolojikleştirilir.

Patolojikleştirme, sömürge döneminden bu yana Yerli halkları insanlıktan çıkaran bir strateji olmuştur. Bedenlerimiz hastalıklara dönüştürülüyor ve örneğin kanımızın kirli olduğu söyleniyor. Buna dayanarak, kapitalizme kâr sağlamak için yanlış önermeleri metalaştırıyorlar.

 

 

Heteronormativite siyasi bir rejimdir

Bu rejimde bedenler üzerinde bir sahiplik duygusu vardır ve bu duygu daha önce bahsedilen zorunlu annelik ve kadın tek eşliliği gibi ilkeler üzerine inşa edilmiştir. Sistem bizi erkeklere cinsel erişim sağlayıp sağlamadığımıza göre sınıflandırıyor yani erkeklere ait olmamız bizi “iyi” ya da “kötü” yapıyor.

Toplum ister kürtajı yasaklayarak ister bazı insanlara kitlesel kısırlaştırma uygulayarak olsun, piyasa ihtiyaçlarına göre üreme ve çoğalma yollarımızı kendi çıkarları için kontrol eder, izin verir veya kısıtlar.

Zorunlu heteroseksüellik olmadan sistem kadınları sömürmek için hapsedemez. Kadınları sömürmeden, erkekleri üretken dünyanın sembolik merkezi olarak tutamaz. Ve bu tahakküm olmadan doğayı tahrip edemez, üretemez, ticaret yapamaz ve artı değer biriktiremez.

Özgürleştirici süreçleri kavramak için, çeşitli ve çoğul olduğumuzu ve akımlar ve hiyerarşiler yaratan bağlamlara ve hikayelere dahil olduğumuzu anlayarak, konumlandırılmış bir analiz yapmalıyız. Bu kolektif düşünme, duygularımıza dayalı sorular sorma şeklimizin karmaşıklığını geliştirmeyi amaçlayan duygusal bir süreçtir. Bununla birlikte, bu analiz, özgürleştirici bir siyasi güç yaratmak için bedenlerimizi siyasi anlamda, başkalarıyla yoldaşlık içinde geri getirmenin ve geri almanın ne kadar önemli olduğunu göstermektedir.

 

*Çeviri: Jin Dergi

*Kaynak: https://capiremov.org/en/analysis/to-decolonize-our-bodies-and-sexualities/