Röportajı Yapan: Hande Öz

Ben 21. yüzyılın bir tür vahşet çağı olacağını düşünüyorum. Sadece Türkiye için değil, dünya için de.

Simone de Beauvoir 1975’te katıldığı bir televizyon programında neden ve nasıl feminist olduğunu, İkinci Cins adlı kitabının yayınlanması ardından hemen her kesimden gelen tepkileri, Fransa’da feminist hareketin kürtajın yasallaşması için verdiği mücadeleyi, kadınların ataerkil toplumlarda nasıl müebbet hapis cezasına çarptırıldığını, sınıf mücadelesiyle feminist mücadelenin nasıl iki ayrı kulvar olduğunu ve birbiriyle karıştırılmaması gerektiğini, kadınların kurtuluşuna dair önerileri ve daha birçok şeyi anlatıyor.

Üstünden yarım yüzyıl gibi bir süre geçmesine rağmen Beauvoir’ın dile getirdiği sorunlar ve toplum eleştirisi yerli yerinde duruyor, dersek abartmış olmayız. Kadınların ikinci cins olarak görülmesi sorunu ne yazık ki geçmiş yüzyılların sorunu değil. Yeryüzünün hemen her kilometre karesinde kadınlar hâlâ sırf kadın oldukları için temel insan haklarından mahrum bırakılıyor, şiddete maruz kalıyor, öldürülüyor. Bu ataerkil zulüm karşısında kadınlar bulundukları hemen her alanı elbette geçmişe oranla daha güçlü ve daha örgütlü bir biçimde mücadele alanına çeviriyor. Eğitim, sağlık, barınma, boşanma, kürtaj hakkı gibi taleplerle sokakları dolduruyor, patriyarkanın onlar için kurduğu hapishanelerin duvarlarında gedikler açıyor, o duvarları yıkıyor ve “kızkardeşlerine” ulaşıyorlar.  

Biz de (Simone de Beauvoir’dan ilhamla) geçmişten bugüne kadınların bu haklı mücadelelerinin sesine kulak verelim istedik ve feminist akademisyen, yazar, sanatçı, siyasetçi ve aktivistlerle neden feminist olduklarını feminizme yöneltilebilecek temel sorular üzerinden konuştuk.

Haden Öz: Bu söyleşi dizisi bir nevi “feminizme giriş” niteliğinde olacağı için feminizmin ne olduğuyla başlamak yerinde olur diye düşünüyorum. En yalın tanımıyla feminizm nedir? Genel kabul gören veya sizin kendi tanımınız da olabilir.

Aksu Bora: Cinsiyete dayalı ayrımcılığı ortadan kaldırmayı, yani cinsiyet eşitliğini sağlamayı hedefleyen bir politikadır.

HÖ: Sizin için kırılma noktası nasıl ve ne zaman oldu? Ataerkiye ilk itirazınız, isyanınız neydi?

AB: Benim için bir isyanla değil de bir merakla başladı; hayatlarımızı kuşatan ve biçimlendiren farklı iktidar biçimlerine, farklı iktidar mekanizmalarına ilişkin bir merakla. Ataerki kavramını biliyordum ama kendi hayatımla ilişkisini pek kurmuyordum. Hem çok gençtim, henüz “kadın sorunu”nu tecrübe etmemiştim, ya da etmediğimi sanıyordum. Hem de ataerkinin ciddiyetinin farkında değildim henüz. Ne kadar köklü, ne kadar güçlü olduğunu anlamam için feministlikte yol almam gerekti.

HÖ: Evde, sokakta, işte; kısacası hayatın her alanında bir kadının sadece kendi yaşadıkları üzerinden feminizme varması, yani erkek karşısında ikinci cins olduğunun bilincine varması ne derece mümkün?

AB: Feminizm bu kadar yaygın değilken de kadınlar ikinci cins olduklarının farkındaydılar, nasıl fark etmesinler, durmadan kafalarına çakılıyordu bu bilgi ama bu farkındalığın feminizme varması zordu. Ataerkinin bir tür geri kalmışlık problemi olduğunu zannediyorduk biz. Öyle olmadığını anlamamız için feminist metinlerle karşılaşmamız, birbirimizin tecrübelerini dinlememiz, bunlar üzerinde konuşmamız gerekti.

aksu bora feminizm

HÖ: İçine doğduğumuz aile, bir parçası olduğumuz aile, delicesine kopmak istediğimiz aile, kopamadığımız aile, kaçtığımız aile, sığındığımız aile, kurduğumuz aile… Sizin için aile nedir ve feminizmin neresine düşer?

AB: Benim için aile kadınlığı ve erkekliği öğrendiğimiz yer. Bu bakımdan, feminizmin merkezinde duruyor. Feminizmin bana öğrettiği ise, ailenin sınırlarının son derece geçirgen olduğu. Toplumda ne varsa, çalışma hayatında ne varsa, okulda, karakolda, mahkemede ne varsa, ailede de o var. Ama başka bir dille, başka bir gramerle işliyor.

HÖ: Kadın hareketi sınıflar üstü bir hareket mi? Dünyanın en yoksul bölgesinin en yoksul evindeki bir kadınla, dünyanın en zengin bölgesinin en zengin evindeki bir kadını aynı paydada ve safta buluşturan nedir?

AB: Sınıflar üstü değil tabii ki. Feminizm kadınları değil, eşitlik isteyen kadınları, yani feministleri buluşturur.

Sınıfın kadınlığı nasıl kurduğuna dair bir kitap yazmıştım ben, Kadınların Sınıfı diye. Orada anlatmaya çalıştım ki farklı kadınlıklar vardır ve bunlar bir “kızkardeşlik” paydasında kolayca buluşamazlar. Ortaklığı politik eylem içinde kurmak gerekir. Feminizmin yaptığı, budur: Bütün kadınların ataerkil sistem içinde farklı biçimlerde de olsa ezildiklerini gösterir ve onları ortak eyleme çağırır.

HÖ: Feminizm de başka hareketler gibi bir bütün değil elbette. Birbirleriyle uyuşmaz görünen, tartışmalar içinde olan, birbirlerini dışlayan feminizmler mevcut. Ortak bir paydada buluşmak neden önemli? Bütün feminizmleri kapsayan bir feminizm mümkün mü veya olmalı mı?

AB: Ortak BİR payda yok. Ortak hedefler olabilir, bunlar için birlikte mücadele edilebilir, bazen de bütün o çatışmalardan yepyeni yollar, yepyeni hedefler çıkar. Politika çok canlı ve değişken bir alan, öyle genel ilkelerle falan yürümüyor. En temel kavramlar, mesela eşitlik bile tartışmaya açık, yirmi yıl önceki gibi kavramıyoruz eşitliği bugün.

Ben politik tartışmayı, hatta çatışmayı severim, canlandırıcı bir yanı vardır her zaman. Tabii ki hayatı kolaylaştırmıyor yanıbaşındaki kadınla çatışıp durmak ama en kolay hayat, Stepford Kadınları’nınki değil mi?! Bir de söylemeden edemeyeceğim, hiçbir muhalif hareketin iç çatışmaları feminizminkiler kadar rahatsızlık yaratmıyor, galiba kadınların kavgacı olmalarından pek hoşlanmıyoruz, onları dayanışmacı ve munis olduklarında daha çok beğeniyoruz!

aksu bora feminizm

HÖ: Başka bir dünyayı mümkün kılmak için mücadele eden sosyalist, komünist, anarşist hareketlerle feminizmin ilişkisi nedir veya nasıl olmalıdır? Ortak bir mücadele zemini mümkün mü?

AB: Belli ki mümkün, yoksa sosyalist feminizm, anarşist feminizm, Marksist feminizm gibi akımlar nasıl olacaktı? Hem feminist hareketin içinde bu düşünceleri paylaşanlar var hem de sosyalist, komünist, anarşist hareketler içinde çok sayıda feminist kadın.

HÖ: Dünyanın birçok yerinde kadınlar, hem kendi hakları için hem başka toplumsal sorunlar için bütün engellemelere rağmen sokakları bir mücadele alanına dönüştürüyorlar. Pandemide dahi bu böyleydi. Özellikle son yıllarda neredeyse hiçbir hareket kadınların cesaretinin, kararlılığının, mücadelesinin kıyısından dahi geçemiyor. Bunu en güzel, bir 8 Mart eyleminde açılan “Umutsuzluğa kapılırsan bu kalabalığı hatırla!” pankartı ifade ediyor sanırım. Bu cesaret, bu kalabalık ve bu mücadele sizce meyvelerini veriyor mu?

AB: Ben feminizmle tanıştığımda, feminist olmak bir tür acayiplikti. Kırk yıl sonra bugün, memleketin her köşesinde feminist gruplar, kadınlar, örgütler var. Tabii ki meyvelerini veriyor. Ama yalnızca daha kalabalık olduğumuz için değil, çok farklı kadınlara seslenebilmeyi, onları harekete geçirmeyi, somut hedeflere yönelik örgütlenmeyi becerebildiğimiz için. Gidin deprem bölgesindeki Kadın Yaşam Merkezleri’ne bakın, orada kadınların nasıl güçlendiklerini, nasıl değiştiklerini, nasıl seslerini yükselttiklerini göreceksiniz. Bu merkezlerin kurulması, Kadın Koalisyonundaki feminist kadınların emekleri ve kararlılıklarıyla mümkün oldu.

HÖ: Özellikle “Me too” hareketiyle birçok alanda kadınlar maruz kaldıkları cinsel, duygusal, psikolojik ve ekonomik şiddeti ifşa ettiler. Bu hareketlerin kadın mücadelesindeki yeri nedir? İfşa öncesi ve sonrası durumları değerlendirdiğinizde kadınlar açısından artıları ve eksileri nelerdir?

AB: İfşa, iyi bir başlangıç olabilir: kadının yaşadığı tacizin adını koyması, buna itiraz etmesi, bunu duyurması. İfşanın yalnızca bir yardım çığlığından ibaret kalmaması için başka kadınların devreye girmesi, önleyici mekanizmaların oluşturulması gerekir. Bunun somut örnekleri, üniversitelerdeki cinsel taciz ve saldırıya karşı destek birimleri, cinsel tacize karşı politika belgeleri. Bir yandan kurumsal yapı içinde böyle mekanizmalar kurulmaya çalışılırken bir yandan Kampüs Cadıları gibi feminist örgütlenmeler, kadınları taciz karşısında yalnız ve çaresiz bırakmamayı amaçlıyor.

Ama unutmamak gerekir ki, içinde yaşadığımız dönem örgütlenmenin çok zorlaştırıldığı, uzun mücadeleler sonucu elde ettiğimiz kazanımların elimizden alınmaya çalışıldığı bir dönem. Yani mücadele çok çetin, dümdüz ilerlemiyor, aynı şeyler için yeniden yeniden yeniden çabalamak gerekiyor.

HÖ: Erkeklerin feminist mücadeledeki yeri nedir? Feminist erkekler mi, pro-feminist erkekler mi, yoksa erkekler işine mi baksın?

AB: Toplumsal cinsiyetin kadın anlamına gelmediğini sık sık hatırlatmak gerekiyor korkarım! Türkiye’de son on yılda giderek büyüyen bir erkeklik çalışmaları alanı var ve çok sayıda erkek araştırmacı erkekliğin ne menem bir şey olduğu üzerine çalışıp duruyor: askerlikten tutun 90’lı yılların erkek filmlerine, futbol taraftarlığından şiddet failliğine, pek çok başlık, pek çok araştırma var.

Feminist mücadeleyi 8 Mart yürüyüşünden ibaret görmüyorsak, “erkekler işine baksın” deme lüksümüz yok bence. Biz Kadın Koalisyonunda belediyelerle çalışıyoruz mesela, stratejik planlara cinsiyet eşitliği politikalarını dahil etmek, hedeflerimizden biri. Ne yapalım, belediyedeki kadınlarla, belediye meclisinin kadın üyeleriyle mi sınırlayalım çalışmamızı?

Diyeceğim, erkekleri ne yapalım sorusu, epey afaki bir soru bence. Bazen onlarsız çalışmak daha iyidir bazen birlikte. Mücadeleden ne anladığınıza bağlı galiba bu.

HÖ: 21. yüzyıl patriyarkanın artık sadece tarih kitaplarında yer aldığı bir yüzyıl olabilir mi? Bir öngörünüz veya umudunuz var mı?

AB: Ben 21. yüzyılın bir tür vahşet çağı olacağını düşünüyorum. Sadece Türkiye için değil, dünya için de. Bunun ne kadar süreceği, nasıl biteceği, arkasından nasıl bir çağın geleceği, şimdi bizim yapıp ettiklerimize, bizden sonrakilerin yapıp edeceklerine bağlı. Umut bu işte, çok güçlü bir karanlık dünyayı kaplamaktayken, görüp duruyoruz bu karanlığı delmeye çalışanları. Aslına bakarsanız, hayatı, hayatımızı değerli kılan da bu: kendi değerlerimizden, inançlarımızdan vazgeçmemek. Akıntıya kapılıp gitmemek.

HÖ: Son olarak okurlarımıza feminizm yolculuğunuzda size eşlik eden, başucu kitaplarım diyebileceğiniz, birkaç kitap (bütün türlerde olabilir)  önerir misiniz?

AB: Ursula Le Guin’den hiç bıkmam, döner döner okurum. Cinsiyet meselesini çok derin görür – anarşizmle feminizm ortaklaşır mı diye sordundu ya, işte, Le Guin’in kitapları bunun cevabını verir.

Audre Lorde’u severdim ama neden sevdiğimi pek bilmezdim, Türkçe’ye harika bir şekilde çevrilen Bahisdışı Kız Kardeş’i okurken anladım. Herhalde önemli metinlerini arka arkaya okumak gerekiyormuş anlamak için. “Ben” ile “Sen” arasındakinin iki ayrı şey arasındaki ilişki değil de birlikte varolmak olduğunu derinden kavramasını sevmişim.

İletişim Yayınlarından çıkan Modern Türkiye’de Siyasi Düşünce Ansiklopedisi‘nin 10. Cildi, Feminizm. Türkiye’de feminist tartışmaya dair çok zengin bir envanter sunuyor. Sık sık başvurduğum, okuduğum bir cilt.

Donna Haraway’in yazılarının derlendiği Başka Yer’i hiç bitiremedim. Her okuyuşumda yeni bir şey buluyorum. Müthiş bir kadın bence.

Aksu Bora

1963 Van doğumlu. Ankara Üniversitesi Siyasal Bilgiler Fakültesi’ni bitirdi. Antropoloji doktoru oldu. Hacettepe Üniversitesi İletişim Fakültesi’nde öğretim üyesiyken 2017’de emekliye ayrıldı. Amargi Dergi ve Ayizi Yayınevi’nin kurucularındandır. Yayınlarından bazıları: Doksanlarda Türkiye’de Feminizm (İletişim Yayınları, 2000, Derleme, Asena Günal ile birlikte), Sıcak Aile Ortamı (Tesev Yayınları, 2005, İlknur Üstün ile birlikte), Kadınların Sınıfı (İletişim Yayınları, 2005), Yoksulluk Halleri (İletişim Yayınları, 2007, Necmi Erdoğan vd. birlikte), Cumhuriyette Çocuktular (Boğaziçi Üniversitesi Yayınevi, 2007, Mine Tan vd. ile birlikte), Boşuna mı Okuduk (İletişim Yayınları, 2011, Tanıl Bora, Necmi Erdoğan, İlknur Üstün ile birlikte), Feminizm Kendi Arasında (Ayizi Yayınları, 2011; İletişim Yayınları, 2021), Ütopyalar: Arzuyla Politikanın Kesiştiği Yer (İletişim Yayınları, 2018, Derleme, Kadir Dede ile birlikte).

 

Kaynak: https://oggito.com/