Dina Karabük’te şiddet ve ırkçılığa maruz kalan tek kadın değildi. Davayı takip edenler benzer duyumlar aldıklarını pek çok kez dile getirdiler. Dolayısıyla bu dava hakkında daha çok konuşacağız.

17 Aralık 2024’te Dina İçin Feministler olarak Karabük adliyesindeydik. Karar duruşmasında davanın tek sanığı olan Dursun Acar’ın beraatine ve tahliyesine karar verildi. Bir kez daha patriyarka yargı eliyle teşvik edildi, kadınların katledilmesi bu kararla devlet tarafından meşrulaştırıldı.

Bizi hayal kırıklığına uğratan, bıktıran, öfkelendiren, isyan ettiren karar açıklanmadan önce davayı takip eden feminist avukatlar savunmalarında bu davada karşılaşılan sorunlara, patriyarkanın adalet sistemindeki, toplumdaki, devletteki görünümlerine değindiler. Savunmada dile getirilen ifadeler feministlerin niçin bu davayı takip ettiklerine dair güçlü bir yanıttı. Kadın cinayetlerinin politik bir mesele olduğunun altını tekrar çizdiler. Karabük’te tuhaf bulunan, yadırganan anlamsız görülen şehirdeki varlığımıza yönelik tutum davanın başından beri devam etmiş: Bu kadınlar ne istiyor? Belki açıkça ifade etmeseler de mahkeme heyetinin merak ettiği soru da buydu: Dina’nın katledilmesi niçin feministlerin meselesi?

Davaya ilişkin tüm garabet savunmalarda avukat arkadaşlarımızca tekrar dile getirildi; deliller toplanmamış, tanıklar bulunmamış, soruşturmada adı geçen kişiler arasındaki ilişkiler araştırılmamıştı, iddianame eksikti. Bir kadın cinayetinin intihar perdesiyle örtülmek istenmesine dair pek çok örnek yaşadık. Bu aşinalık arkadaşımızın ifade ettiği “kadın cinayetlerini intihar üzerinden tartışmak bize göre politik bir tercihtir. Birine kötü hissettiğimizi yazmamız öldürülmemizi meşrulaştırmaz.” sözleriyle mahkeme kayıtlarına geçti. Kayıt altına alınsın ki hesap sorabilelim diye çırpındıklarımız aslında hayatımız.

Hukukçuların sıkça kullandığı “hayatın olağan akışı” diye bir laf var. Hayatın gündelik ritminin hukuksal yapıya tercüme edilmesi olarak özetleyebileceğim bu mihenk noktası elbette cinsiyetli. Erkek egemen yargı siteminde bu akış, erkek gözünden anlatılan hikâyelere dayanıyor. Dolayısıyla patriyarkanın olağan olduğunu söylediği bu hayat, bizim yaşadığımız akışa hiç de uymuyor. Arkadaşlarımızın savunmada hatırlattığı gibi, biz Dina’nın çıplak ayakla yaralı bir halde kaçmasının, hareket halindeki arabadan atlamasının ne anlama geldiğini biliyoruz. Yargı ise, soğuk ve eril bakışıyla okuduğu öykülerimizde, patriyarkayı kollayan bir akışa yaşamlarımızı sığdırmaya çalışıyor. Sığmayacağını bile bile gerçekliği inkâr ediyor.

Savunmada, yargılama sürecine ilişkin yaşanan hukuksuzlukların altı çizildi. Cinayetin ardındaki ırkçılığın tıpkı patriyarka gibi soruşturmada göz önüne alınmayışı vurgulandı. Aklımızdaki sorulardan birini avukat arkadaşımız tekrar sordu: hukuk sistemi, yapısal olana gözünü kapayan bu perspektifiyle, ne uğruna bütünlüğü görmezden gelmeye devam ediyor? Katledilen, erkek şiddetine maruz kalan kadınların yerine aslında kimi temsil ediyor, kolluyor? Arkadaşlarımız davayı takip eden feministler olarak soruşturmayı derinleştirmek için yürüttükleri mücadeleyi, savcılığın etkin bir soruşturma yürütmesi için nasıl çabaladıklarını aktardı.

O esnada arka sıramda oturan polislerden birinin mırıltısını duyuyorum: “Bıktırmışlar”. Sıkılıyorlar. Devletin kolluk görevlilerinin oflayıp puflamaları bile bize taraflarının belli olduğunu tekrar hatırlatıyor. Öğle yemeğine yetişip yetişememek kaygıları, mahkemedeki “kamusal” görevlerinde belirgin bir rol oynuyor. Onların gözüyle bakınca her şey çok net, uzun uzun konuşan kadınlar var, ki kadınlar onların dünyasında muhtemelen zaten çok konuşmakla yaftalı. İşlerinin günlük ritmini bozan bu davanın “beyhude bir çaba”, “boş konuşmak”, “zaman kaybetmek” olduğunu düşünüyorlar. Onlar, çeşit çeşit erkekler olarak, aslında patriyarkanın polisliğini kendileri adına da yapıyorlar. Feministlerden bıkıyor mahkeme heyeti, bazen devlet, bazen kolluk… Oh diyorum içimden bu mırıltıları duydukça, bıktırdık çok şükür, hayatı alt üst edinceye dek daha da bıktıracağız.

Bir diğer arkadaşımız savunmada savcılığın mütalaasında bahsedilen “hata” tespitine katılmadıklarını vurguladı. Irkçılığın ve cinsiyetçiliğin sistematik bir şekilde şiddetle yeniden üretildiği gündelik yaşamda “hukuki hata” nitelemesinin imkansızlığını savundu. Sanki dönüp dolaşıp aynı konuyu konuşuyoruz. Patriyarkanın hukukunda hayatın olağan akışındaki terslik, erkeklerin kadınlara karşı işlediği suçlar cezasız kalsın diye erkeklere genişçe bir hata payı bırakıyor.

Sanığın avukatı savunmasına “benim de takip ettiğim bir kadın cinayeti davası var, ama nedense feministlerin desteğini bu davada görmedik. Irkçılık demelerine katılmıyorum” diyerek başladı. Öyle çok üzerine düşünmeye gerek yok; ırkçılık, milliyetçilik, patriyarka söz konusu olduğunda yaygın kalıplar var, sürekli dolaşımdalar. “Benim de Kürt komşularım var…” savunmasına çok benziyor değil mi? Olduğu yerden emin, karşısındakini hedef alan bu kalıp bize milliyetçiliğin meşruiyetini ispat etmeye çalışmıyor muydu? Şimdi, bunun patriyarkayı meşrulaştıran versiyonuyla karşılaşıyoruz. Dina’nın maruz bırakıldığı ırkçılığın ifade edilmesinden rahatsız olup devleti, milleti Dina’nın bedeninde temize çekmek isteyen bir bakış bu. Avukat, sanığın Dina’yı öldürmek için sebebi olmadığını söyledi, biz o sebepleri de iyi biliyoruz.

Karabük’te göçmen kadınları hedef alan fuhuş çetesine ilişkin çok ciddi iddialar var, patriyarka ırkçılıkla birleşerek göçmen kadınlara zarar veriyor. Dina Karabük’te bu şiddet ve ırkçılığa maruz kalan tek kadın değildi. Davayı takip eden arkadaşlarımız, benzer duyumlar aldıklarını pek çok kez dile getirdiler. Dolayısıyla bu dava hakkında daha çok konuşmaya ihtiyacımız var. Mahkemenin kararının ardından “Göçmen Kadınlar Yalnız Değildir!”, “Yaşasın Feminist Mücadelemiz!” sloganlarıyla Karabük sokaklarında yürüdük, açıklama yaptık. Dina için Feministler davanın takipçisi olmaya devam edecek. Karar istinaf mahkemesine taşınacak.

Kaynak: https://www.gazeteduvar.com.tr/